Hakikatin çığlığı: Bir yolculuğun hatırası
Marinaya nazır, rüstik bir zarafetle soluklanan o eşsiz evin penceresinden süzülen manzaranın tam karşısında sana bakıyorum sevgilim. Hafifçe sallanan suların yansıttığı yine başka bir kentin denizine… Sana başka kentlerin denizinden fısıldadığım her şeyi, şimdi bu koydan haykırıyorum. Bu, yalnızca bir görüntü değil, bir hakikat fısıltısı. O bildiğimiz mavilik, burada derinleşiyor, bir canlılığa bürünüyor ve en önemlisi, insana yaraşır bir dinginlik vaat ediyor. Yüzeyinde, dünyanın dört bir yanından gelmiş mutlu cümbüşlerin izlerini taşıyan sayısız tekne… Her milletten, her renkten insanın keyfe keder salındığı bu sahne, özgürleşmenin bir resitali adeta. An’da öyle tılsımlı ki, sanki ilk defa bu kadar çok ruh, aynı anda, aynı sonsuzluğa doğru yol alıyor; bu bir kolektif özgürlük anı.
Sabahın nurundayım. Dışarıda, yan yana dizilmiş mekanların çalışanlarından yayılan mutlu kahkahalar ve çatal-bıçakların ritmik sesi, hayatın telaşsız akışını ilan ediyor. Rengârenk çiçeklerin tek katlı, mütevazı yapıları sarıp sarmalayışı ise tabiatın cömert bir kucaklayışı. Zamanın ve mekânın izafiyeti burada kendini en yalın haliyle hatırlatıyor.
Akşamları ise odanın içerisinde başka bir deniz karşılıyor beni: paylaşılan bir sofranın sıcak dalgası. Masanın üzerindeki tabaklardan yükselen buhar, mumların titrek ışığında çoğalıyor, adeta bir buğu perdesi çekiyor. Zeytinyağının renkli ekmek kırıntılarıyla ve yoğurtla buluşan kokusu, sahilden esen hafif iyot kokusuyla karışıyor. Dışarıda uzanan sonsuzlukla içerideki paylaşılan sofranın sıcak kalbi birleşiyor. Hem kadim bir bilgeliği hem lüksü sentezliyor. Rustik bir sandalyeye yaslanıp, rüzgârın devirdiği bir martı sesiyle dalgaların ritminin iç içe geçişini dinlerken, zaman algısı tamamen bükülüyor. Mum ışığının kısıtlı bir akşamı, denizin ortasındaki bir sabah kadar genişleyebiliyor.
Burası, bir coğrafyanın değil, bir ruh halinin mekanı adeta. Ülkenin büyük bir kısmı gri elbiseler giymişken, sabahı serin ve gecesi ayaza dönmüşken; burası, sizi doğrudan güneşin koynuna uyandırıyor usulca. Ruhunuz, dalgaların kadim şarkısında dansa kalkıyor; uzun uzun, telaşsızca seyre dalıyorsunuz. Ve tam da bu seyrin ortasında, ansızın fark ediyorsunuz:
İşte o an… Bir koyun ortasında tekneden atılan cesur adım gelip sizi yakalıyor. Su, sizi bir ana şefkatiyle sarıyor. Ve o hakiki maviliğin ortasında, henüz tanıştığınız bir yabancının sesi yankılanıyor. O anlattıkça fark ediyorsunuz ki, yalnızca yüzmüyorsunuz; aslında bir kozmik muhasebenin içine dalıyorsunuz.
Metropolün zincir marketlerinde boğulan, monotonluğa sıkışmış bir yaşamdan kaçıp, bir gecede bavulunu toplayarak bu sahil kasabasına gelen o yabancı, hikâyesini fısıldıyor. Bu, sadece kişisel bir kurtuluş değil; kaotik bir evrenden sıyrılıp, kendi minik düzenini kurmanın manifestosu.
Ve bu hikaye Bursa’daki bir hayattan hareketle karşınızda çıkarılıyor bu bir mesaj değilse nedir:)
Zira o, o gri kentteki evinden bıkkınlıkla attığı her adımın karşılığını, şu an denizin tam ortasında özgürleşerek ödüyordu.
Ama mesele yalnızca onun hikâyesi değil. Bu, hepimizin içinde yankılanan bir çağrı. Çünkü sevmek, istemek, hayal etmek her ruhta mevcut. Ne var ki, nice insan dilinde bir sahil kasabasına yerleşme düşü taşırken, zihninin en derininde, korkuların ve bahanelerin zincirlerine esir düşer. Konfor alanı, özgürlük maskesiyle kendini gizler; hayaller, bilinçaltının gölgesinde donakalır.
Çalışmaktan şikâyet edenlerin istifa etmeden yaşamaya devam etmesi; bıktıklarını söyledikleri yönetime ve yöneticilere menfaat için yalakalık etmekten geri durmaması bu trajedinin en somut göstergesidir. Yeni bir hayat hayali kuran bu kitle, mevcut hayatının dışına çıkmak için en ufak bir hareket bile yapmaz. Çünkü istemek, salt bir eylem değildir; adımın miskal tanesini gerektirir.
İşte bu yüzden, istemek asla yeterli değildir. “Bir gün yapacağım” diyenlerin büyük çoğunluğu, o “bir günü” asla yaşayamaz. Tıpkı Albert Einstein’ın dediği gibi: “Değişime yol açan şey, sürekli aynı şeyi yapıp farklı sonuç beklemektir.” Hayat, niyetin soyutluğuyla değil, adımın somut ağırlığıyla değişir. Cesaret, korkunun varlığına rağmen o ilk hareketi yapabilmektir. Sevmek, sadece bir his değil, emek vermeyi bedel ödemeyi göze almanın ta kendisidir; zira Erich Fromm’un vurguladığı gibi: “Sevgi, aktif bir endişe, bir sorumluluk, bir saygı ve bir bilgidir.”
Sahilde kurulan bir hayatın bedeli, o gri cübbeyi çıkarıp, bilinmeyene doğru atılan tek bir kararlı adımdır.
Bu toprakların her koyunda aynı evrensel hakikat yankılanır: Bir ömür, kaç kere yeniden başlayabilir? Cevap, denizin ortasına atladığınız o anda doğar, ancak asıl marifet onu sürdürebilmektir. Cesaretle başlarsın, aşkla yürürsün, emekle sürdürürsün. Ve hakikî yaşam, ancak o zaman kök salmaya başlar.
Bu satırları kaleme alırken, bunun bilincindeyim: Maviyle yeşilin kavuştuğu bu coğrafyada zaman, yalnızca akıp gitmez; seni yeniden kurar. Burada her gün, gerçek bir yaşama açılan bir eșiktir.
Unutmayın, hayatınızın rotasını değiştirecek o ilk adım, atılmayı bekliyor.
Beni ısrarla bu harika yolculuğa çağıran o özel kadına ve yaşanan bu güzel günlere müteşekkirim. Canım şahsına münhasır dostumun da dediği gibi: “At binenin, kılıç kuşananın!”
Sevgiyle kalın.