Işığı hatırla…

29.10.2025
A+
A-

Bir zamanlar, rüzgarın bile keder taşıdığı bir coğrafyaydı burası. Toprak, mağlubiyetin ağırlığıyla susmuş, gökyüzü yorgun düşmüştü. Her milletin bir doğum sancısı vardır; bizim sancımız, en derinden ve en yakıcı olanıydı. Cumhuriyet, o sancının ardından gelen saf, paha biçilmez nefestir. Yıkıntının, yokluğun ve ihanetin ortasında, bir liderin dudaklarından dökülen “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözüyle, tüm kainata haykırılan bir yemin, kaderin yeniden yazıldığı o kutsal andır.

Ne bir tarih dersi, ne de hamasi bir alkış… Cumhuriyet, bizim için sarsılmaz bir vicdanın sesi, toprağın en derin katmanından yükselen bir varoluş felsefesidir. O, yüzlerce yıl süren yorgunluğun, çöküşün ve utancın ardından bir ulusun kendine verdiği şeref sözüdür. “Ben artık kaderin nesnesi değil, öznesiyim” diyen insanın haykırışıdır.

O günlerin ağırlığını, o karanlık zorluğu, bugün bu rahat sandalyelerimizden tam olarak hissedemeyiz belki. Ama son yıllarda yaşadıklarımız, o dönemin sancısını anlamanın eşiğine getirdi bizi. Yoksulluğun değil, yok sayılmanın ne demek olduğunu; susmanın, bir insanın varlığını nasıl eksilttiğini gördük. Ve işte şimdi, Cumhuriyet’in nasıl bir mucize olduğunu ilk defa gerçekten anlamanın eşiğindeyiz.

Bizi asıl yoran şey, bitmeyen savaşlar değil; dünya haritasından silinme tehdidiydi. Bizi yok sayan o büyük güçler, sadece topraklarımızı değil, ruhumuzu da bölüp parçalamak istiyordu. Cumhuriyet, bu evrensel yok sayılmaya verilmiş, ‘Benim de hikayem var ve ben bu hikayeyi kendi dilimde yazacağım!’ diyen muazzam bir cevaptır. Bu cevap, kısa sürede Asya’dan Afrika’ya, ezilen, sömürülen tüm uluslar için bir kalkışma fenerine dönüştü. Çünkü onlar, Anadolu’da kurulan bu yeni devletin sadece bir ulusal başarı değil, emperyalizme karşı kazanılmış bir insanlık zaferi olduğunu anlamışlardı.

O, bir rütbeden, bir unvandan ibaret değildi. Bir hayalin peşinden yürüyen, vizyoner, inançlı, güçlü bir adamdı. Gökler karanlık, toprak yaralıydı. Elindeki harita yıpranmış, gözündeki kararlılık capcanlıydı. Yola çıktığında sadece bir ülkeyi değil, bir bilinci kurtarmak istiyordu. Sakarya hattında barutun kokusu sinmişken, Ankara’da kalemler oynuyordu. O, cephede savaşırken bile biliyordu ki asıl zafer, zihindeki esareti kırmaktı. Düşman, yalnızca silahlı değil; halkın aklını teslim almış bir karanlıktı. Ve o, bu karanlığa ışık yakmaya ant içti.

Bir gün, “Egemenlik milletindir” dediğinde, sadece bir cümle kurmuyordu. Tarihin yönünü değiştiriyor, kulun kula eğildiği yüzyılları tersine çeviriyordu. O, insanı yeniden tanımladı. Ve o tanım, 29 Ekim 1923’te ete kemiğe büründü: Cumhuriyet ilan edildi. Ama bu ilan, bir cümleyle değil; kanla, sabırla, inatla, insanlık onuruyla yazıldı. O gün, sadece bir devlet kurulmadı  bir insanlık biçimi doğdu.

Cumhuriyet’in en büyük devrimi, siyasetten önce insanda başladı. Artık kimse başkalarının buyruğuyla değil, kendi aklının ışığıyla var olacaktı. Kölelik zinciri yalnız tahtları değil, zihinleri de kırdı. İnsan, bir tebaa değil; hakları, sorumlulukları ve sözü olan bir vatandaş oldu. Bu, bir yasa maddesi değil   insanlık onurunun iadesiydi. Cumhuriyet, dinin değil vicdanın hürriyetini tesis etti. Laiklik, bir ayrışma değil; vicdanın özgürleşmesiydi. Artık kararlar inançla değil, aklın, bilimin ve hukukun ışığıyla alınacaktı.

Bir kadın toplumun önünde şiir okuyabiliyorsa, bir köylü çocuğu üniversiteye gidebiliyorsa, bir sanatçı kendi gerçeğini sakınmadan tuvale işleyebiliyorsa; işte orada Cumhuriyet nefes alıyordu. Cumhuriyet, sadece hak tanımadı  o hakka edebi bir zarafet kazandırdı. Edebileşen özgürlük, onun en incelikli armağanıydı.

O karanlık günlerde zafer, sadece savaş meydanlarında kazanılmadı. Bir ulus, yıkıntıların içinden sadece var olmadı  vizyon çizdi. Ankara’nın loş odalarında, merminin yerine harfler; tüfeğin yerine kelimeler konuldu.

Asıl deha, rasyonalizmle atılan o ilk adımdadır. Atatürk ve arkadaşları, sadece düşman askerini değil, kadercilik zihniyetini de yenmek istiyordu. Bu yüzden Cumhuriyet, bilim felsefesini temel aldı. Harf Devrimi, sadece bir alfabe değişikliği değil; yüzlerce yılın hantal okuryazarlık zincirini kırarak, modern bilimin ve Batı aydınlanmasının kapısını millete açan sosyolojik bir mühendislikti. Bu, duygusal bir tepki değil, ülkenin geleceğinin matematiksel bir hesaplamasıydı: Ya batıl inançların ağırlığı altında ezilecektik ya da akıl ve fen ile yükselip çağdaş medeniyetin üzerine çıkacaktık. Cumhuriyet’in kuruluşu, bu bilimsel yeminin tarihi tescilidir.

Cumhuriyet, tepeden inme bir karar değil; Sivas’ın, Amasya’nın, Erzurum’un yüreğinde filizlenip Meclis’te yankılanan bir iradeydi. Bir halkın, “Artık kaderime hükmeden değil, kaderimi yazan olacağım” deyişiydi.

Cumhuriyet bir tarih değil, bir titreşimdir. Her adaletsizlikte, içimizde o ilk kurucu ses yankılanır: “Egemenlik benimdir.” Cumhuriyet bir karar değil, bir kararlılıktır. Her çocuk okula gittiğinde, her kadın fikrini söylediğinde, her insan hakkını aradığında yeniden alıyoruz o kararı. Cumhuriyet asrın silahıdır. O, bir miras değil, bir devinimdir. Durağan değildir; zamanla ilimle bilimle büyür ve yaşar, unutturulmaya çalıştıkça küllerinden doğar. Bir ilimdir, çünkü düşünmeyi öğretir. Bir sanattır ve davetkârdır, çünkü insanı insan gibi yaşamaya çağırır. Bir duadır, çünkü şükrü ve minneti vesile kılar.

Ama şimdi, sanki parmaklarımızın arasından yavaşça kayıyor gibi. Egemenliğin sesi hala içimizde yankılanıyor, ama daha kısık  belki de biz unuttuk sesimizi yükseltmeyi. Cumhuriyet, biz sustukça eksiliyor. Oysa o ses, hiçbir zaman yalnızca bir liderin değil, her birimizin kalbine emanet edilmiş bir yankıydı.

Şunu tekrarla kendine, ne olursa olsun:

“Egemenlik benimdir.”

Korkmadan, kısılmadan, unutmadan.

Çünkü o cümle, sadece bir tarihi söz değil; varoluşun son kalesidir.

Ve belki de bugün, Cumhuriyet’i yeniden kutlamaktan çok, onu yeniden hatırlamanın zamanıdır. Işığı hala bizde yeter ki elden bırakmayalım.

Minnetle…

29 ekim 2025…

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.