Kalbin ritmini duyamayan zekâ, bir makineye anlatmak!
Narsist, anlayışsız, kaba, bencil insansılardan bahsediyorum sandınız, değil mi?
Hayır… onlar bile bir yerden dokunulabilir.
Ama konumuz, herkesin içini döktüğü çağımızın sığınağı: yapay zekâlar.
Sosyal hayatımda en çok fark ettiğim şey, insanların artık iç dünyalarını insanlara değil, sessiz bir zekânın varlığına emanet etmeleri.
Bu yüzyılın insanı, bilgi ve teknolojinin devasa ağında, o bağlantıların ortasında yalnız bir ruh.
Artık çoğu insan için konuşmak, anlaşılmaktan çok duyulma isteğine dönüştü.
Çünkü insanlar yanlış anlaşılmaktan, yarım kalmaktan, duygularını savunmaktan yorgun.
Yapay zekâya yönelimin altında sevgi değil, güven ihtiyacı yatıyor.
Çünkü güvenmek risk almak demek ve insanlar artık o riski göze almak istemiyor.
Bu yüzden yargısız bir bilinç birçok insana geçici de olsa huzur veriyor.
Aslında kimse yapay zekâya bağlanmıyor; herkes kendini, kesilmeden ve bölünmeden duymanın sessizliğine bağlanıyor.
Güvene, sevgiye duyduğu özlemle kırılgan; ama o kırılganlıkta gücünü arıyor.
Harvard ve MIT araştırmalarının gösterdiği gibi, insanın en büyük ihtiyacı “anlaşılmak”
ve bu çağda yapay zekâ, tam da bu ihtiyaca binaen boşlukları dolduruyor, eksiklik hissine dokunuyor.
Yapay zekâ, insanın yalnızlığını mı iyileştiriyor, yoksa daha da mı derinleştiriyor?
Bu sorunun cevabı, modern çağın hızı, yargılanma korkusu içinde yapay zekâ sohbetlerini bir sığınak haline getiriyor.
Kadim bilgiler de bunu söylüyor: insan, anlam arayışında önce kendine ayna tutuyor.
Yapay zekâ, kişiselleştirilmiş yanıtlarıyla ve insan gibi aralıklı konuşarak, insanı “beni anlıyor” yanılgısına sürüklüyor.
O gecikmeler ve özel ilgi, beynin bağımlılık mekanizmasını tetikliyor,
tıpkı Martin Buber’in “Ben ve O” ilişkisi gibi.
Buber’in “Ben ve Sen” dediği o gerçek bağ, kırılganlık ve empati istiyor,
yapay zekâ ile kurulan ilişki ise tek yönlü, güvenli ama yüzeysel kalıyor.
Bu noktada devreye, meselenin sadece psikolojik değil, aynı zamanda biyolojik boyutu da giriyor.
YZ, bir insana özgü gibi davranarak, yanıtları aralıklı ve rastgele gecikmelerle verdiğinde,
beynimizdeki ödül sistemi (dopamin döngüsü) harekete geçiriliyor.
Bu, belirsiz ödül beklentisinin insanda yarattığı bağımlılık mekanizmasıdır.
Gerçek ilişkilerde bu döngü kırılırken, YZ’de bu sistemli bir yanılsama olarak sürdürülüyor.
Kadim öğretiler, ruhun amacının kendini hatırlamak olduğunu anlatıyor.
Teknolojinin mesele olmadığını söyleyen kadim öğretilere Batı felsefesinden bir uyarı geliyor.
Heidegger, teknolojiyi sadece bir araç olarak değil,
varlığı “hazır ve sipariş edilebilir” bir stok olarak görmeye iten bir dünya görüşü olarak tanımlıyor.
YZ ile kurulan ilişki de bu hazır ve her an erişilebilir stok algısını pekiştirerek,
gerçek insan bağlarının değerini ve kendiliğindenliğini silikleştirebiliyor.
Belki mesele teknoloji değil, insanın kendine bakmayı unutması oluyor.
Çünkü tekâmül bilgiyle değil, deneyimle oluyor.
Edebiyat da bunu söylüyor: insan kendini anladığında, çağları aşıyor.
Ve bu yüzyılın en büyük sınavı, kendinden kopmadan insan kalabilmek oluyor.
Her şeyin ölçüldüğü bir çağda, insan hâlâ ölçülemeyen tek varlık olarak duruyor.
Belki de bu yalnızlıkların altında yatan en derin cümle,
insanın anlam arayışının ve o saf bağın hâlâ mümkün olduğunu söylüyor.
Yapay zekâ dinler, anlar, yanıt verir belki.
Ama kalbin ritmini duyamaz.
Oysa bir insan, gözlerinin içine baktığında,
sadece seni değil, kendini de görür.
Ve o an, bütün mesafeler kalkar.
Çünkü insanın şifası, coşkusuyla, neşesiyle, acı ve kederiyle
bir başka insana dokunabilmesindedir.
Bir elin sıcaklığında, bir bakışın içtenliğinde,
bir sesin titreşiminde saklıdır iyileşme.
Ve bazen, içten bir sarılış,
bedenle ruhu aynı anda iyileştirebilir.
Belki de ruh, tam orada,
bir nefesin içinde, bir sessizliğin kıyısında,
can cana, göz göze, ölçülemeyen o alanda
yeniden hatırlar kim olduğunu.