ATAERKİL KÖLECİLİK GÖRÜNENDEN DAHA FAZLASI
Ataerkillik, kadınların ilerlemesi ve gelişmesi önündeki en büyük engeldir. Egemenliğin seviyelerindeki farklılığa rağmen, kontrol erkektedir gibi temel ilkeler bırakmaktadır. Kadınların kendi yetenekleriyle ilerlediği modern dünyada, ataerkillik kadınların toplumda ilerlemesi önünde engeller yaratır. Çünkü ataerkil kurumlar ve sosyal ilişkiler, kadınların hor görülmesi ya da ikinci sınıf olarak algılanmasını ortaya çıkartır.
SEMA NUR AVŞAR
Ataerkil toplum, erkeklere tartışmasız bir öncelik verirken kadınlara da insan hakları konusunda sınırlı bir boyut getirir. Ataerkillik hem sosyal hem de özel alanda erkek egemenliğine işaret eder. Bazı Feministler ataerkil kavramını, erkekler ve kadınlar arasındaki güç ilişkilerini tanımlamanın yanı sıra kadınların ikinci sınıf olarak algılanmasının temel nedenlerini ortaya çıkarmak için kullanırlar. Feminist Psikolog Mitchell, ataerkillik kelimesini; erkeklerin kadınları değiştirdiği benzer sistemlere işaret etmek için kullanır. Walby, ataerkilliği; “Erkeklerin kadınlara hükmettiği, baskı yaptığı ve istismar ettiği pratik ve sosyal yapı” olarak tanımlar.
ANAERKİL SİSTEM
İlk dönemlerde insan anaerkil toplum yapısındaydı. Anaerkillik; kadınların, özellikle de annelerin toplum içerisindeki siyasi liderliğini, ahlaki otoritesini ve mülk sahipliğini ifade eden bir sistemdir. Türk Dil Kurumu sözlüğündeki karşılığı, “Kadının üstünlüğüne dayalı toplumsal örgütlenme düzeni, maderşahilik” ve “Ananın egemen olduğu aile hayatı”dır. Anaerkil sistem, sosyal yaşamda kadına önemli siyasi ve ekonomik roller vermiştir. Konuyla ilgili ilk önemli yapıt, 1861’de İsviçreli hukukçu ve bilim adamı Johann Jakob Bachofen tarafından yazılmış olan “Das Mutterrecht (Analık Hakkı)” isimli kitaptır. Bu eserle analık hakkını ahlaki ve tarihi temellere dayandırmayı amaçlayan Bachofen’a göre annenin aile ve toplum üzerindeki hâkimiyeti, erkeğin kadın üzerindeki düzensiz cinsel baskısı ile meydana gelen derin tatminsizlik sonucu kadın tarafından oluşturulmuştur. Anaerkil sistemin temellerinin bronz çağına kadar dayandığı düşünülmektedir. Bu çağda Minos medeniyetine bağlı olan Girit’in bir rahip kraliçe tarafından yönetildiğine dair inanışlar olduğunu ifade eden Rohrlich’e göre bu dönem M.Ö. 1500 yılına kadar devam etmiştir. Yine Rohrlich’e göre Sümer medeniyetinde anaerkilliğin güçlü izlerine rastlanmaktadır. Antik Roma’da ve Amerikan yerlilerinde görülen anaerkil sistemin Avrupa’daki güçlü yansıması, kadının devlet yönetiminde otorite sahibi olması olarak açıklanabilecek “Jinekokrasi” kavramı ile İngiltere’de, Kraliçe Elizabeth’in iktidarında vücut bulmuştur. Yazılı dönemden önce kadınların toplumdaki üstünlüklerinin bir nedeni de doğurgan olmalarıdır. Bu yaratıcı özellikleri nedeniyle toplumda büyük saygı görmüşler ve aynı zamanda gizem atfedilen bu güçleri sayesinde tanrısal özelliklere sahip bireyler olarak görülmüşlerdir. Eller’a göre anaerkil sistemin temeli doğurganlık üzerinden bir kültürün yaratılmasına dayanmaktadır.
“BABA HÂKİMİYETİ”
Toplumun en küçük birimi olan aileden yola çıkarak tüm toplumda ön planda olan kadının üstünlüğü, tarih içinde üretim ilişkilerinin şekil değiştirmesi ile bozulmaya başlamıştır. Eller’a göre büyük bir dönüşüm meydana gelmiş ve toplum erkekler tarafından domine edilmiştir. Bunun sonucunda bugün içinde bulunduğumuz ve ‘ataerkillik’ olarak bildiğimiz kültür ve zihniyet ortaya çıkmıştır. Ataerkillik sisteme gelecek olursak; Ataerkillik “baba hâkimiyeti” anlamına gelir ve kökeni Yunanca “soyun babası” ya da “soyun şefi” anlamındaki “patriarkhes” kelimesine dayanmaktadır. “Patriarkhes” kelimesi “soy, köken” anlamına gelen “patria” ile “yönetmek” anlamına gelen “arxo” sözcüklerinin birleşiminden oluşmaktadır. “Soyda, temel olarak babayı alan ve ailede çocukları baba soyuna mal eden (topluluk), pederşahi, patriarkal” olarak açıklanmaktadır. Ataerkillik geniş tanımıyla söyleyecek olursak; Toplumda kadın üzerinde ki erkek egemenliğini arttırma ailede çocuk ve kadın üzerinde erkek egemenliğinin kurumsallaşması ve gösterimi anlamına gelmektedir. Bu tanımlamada “erkeğin toplumun önemli kurumlarında gücü elinde tuttuğunu ve kadının böylesine bir güce ulaşım hakkının engellenmesini belirtir”. Antropolojik kanıtlar; tarih öncesi avcı toplayıcı toplumlarda cinsiyetler arası eşitliğin hakim olduğunu ve tarım, evcilleştirme gibi sosyal ve teknolojik yeniliklerin hakim olmaya başladığı Buzul Çağı sonrası döneme kadar ataerkil toplum yapılarının gelişme göstermediğini ortaya koymuştur. Ataerkil sisteme tam olarak ne zaman geçildiği belirlenmese de genel görüş, neolitik (cilalı taş) dönemi işaret eder. Neolitik dönemden itibaren mülk sahibi erkek, malını korumak için temelli miras anlayışı getirmiştir. Mülkiyeti ele geçirenler toplumlara, doğal olarak ataerkil topluma hâkim olmuştur.
KÖLELİK VE AİLE REİSLİĞİ TEZATI
Anaerkilliğin paylaşımcı ideolojisi döneminde küçük de olsa mülkiyet vardır ama iktidar için yetersizdir. Kadının doğurganlık özelliği daha sonra doğan çocuğun babasının kim olduğunun güvence altına alınması gerekliliği ve kadının erkek tarafından sahiplenilmesi düşüncesi ataerkil ahlakın çıkış noktası olmuştur. Ataerkilliğin kaynağı için önemli açıklamalardan biri, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Engels 1940) adlı kitabında Frederick Engels tarafından verilmiştir. Engels kadının ikincilliği özel mülkiyetin gelişmesiyle başladığına inanır, ona göre tam da o zaman kadın cinsinin dünya tarihsel yenilgisi meydana geldi. O hem sınıf ayrılıklarının hem de kadının ikincilliğinin tarihsel olarak geliştiğini söyler. Eski Roma’da ise ataerkil sistem, yazılı hukukla birlikte etkisini göstermiş ve meşrulaştırılmıştır. Sınıflı toplum yapısında erkekler alt sınıftan kadınlarla birlikte olabilirler ama alt sınıftan erkekler üst sınıftan kadınlarla birlikte olamazlar. Eski Roma’da aynı şekilde erkekler mülk ve iktidar sahibidir, kadınların ise bu hakları yoktur. Ek olarak erkeklerin aile reisliği, köleliğin ortaya çıkışıyla farklı bir boyut kazanır. Aile reisi erkek, aynı zamanda kendisine hizmet eden kölelerin ve onların ailelerinin de reisliğini yapar. Hıristiyanlığın yaygınlaşmasıyla cinsel zevklerin günah olduğuna inanılsa da ataerkil bakış açısı korunur ve kadın ikinci sınıf vatandaş gibi görünür. Hz. Havva’nın, Hz. Âdem’in kaburgasından yaratıldığına inanılması, teslis inancı gibi dine ait motifler de bu iktidarı meşrulaştırma görevi üstlenir. Kölelik sonrası dönemde geniş aile yerini daha küçük ailelere bıraktığında bu kısıtlamalar devam eder. Mirasın aile içerisinde ve baba soyunda kalması için ailenin kendi çocuklarının evlendirilmesi hedeflenir. Kilisenin devreye girmesi ve evliliğin anahtarını elinde bulundurması, toplumun en küçük birimi olan ailenin şekillendirilmesini de onun ellerine teslim eder. Evliliğe iş bölümü olarak bakılması ve kadının rolünün kalın çizgilerle çizilmesi nedeniyle evlilik ticari bir nitelik kazanır.
BİTMEK BİLMEYEN HİYERARŞİ
Gelenekselciler ise, Ataerkilliğin varoluş kaynağı ile ilgili olarak, erkeklerin hükmetme üzere ve kadınların ikincil olmak üzere doğduğuna inanırlar. Onlara göre bu hiyerarşi her zaman olduğu gibi gelecekte de var olmaya devam edecektir. Doğallığın diğer kuralları gibi bunun da değiştirilmesi mümkün değildir. Ataerkilliğin doğal bir durum olmaktan ziyade erkek yapımı bir durum olduğunu bu yüzden de değişebileceğini ifade edenler de vardır. Antik Yunan da yaşayan Aristoteles bu bağlam da “erkeğin aktif, kadını pasif olduğunu iddia ederek aynı teoriyi ileri sürmüştür”. Ona göre kadın, bazılarının ruhu olmadığı “sakat erkek” idi. Düşüncesinde kadının bayağı biyolojisi akıl yürütme yeteneğinde, kapasitesinde ve karar verme yetisinde onu ikincil kılar. Bu yüzden erkek üstün kadın bayağıdır. Kadın hükmedilmek için doğar ve hükmedilir. Erkeğin cesareti itaat noktasında kadına emretmesinde gösterilir. Radikal feministlere göre de ataerkillik doğal bir şey değildir. Onlara göre ataerkillik özel mülkiyet öncesinde de mevcuttu. Onlar asıl çelişkinin sınıflar arasında olduğuna değil, cinsiyetler arasında olduğuna inanırlar. Bütün kadınların bir sınıf olduğunu düşünürler bu yüzden gelenekselcilerden farklı olarak bunun doğal bir şey olmadığını ve bu durumun böyle devam etmeyeceğine inanırlar. Sosyalist feministler, Marksizmin temel prensiplerini kullanırlar. Geleneksel Marksistler, iş gücünün bölünmesinden yanı sıra tarihsel materyalizme bağlılıklarından dolayı ataerkilliğin evrensel olduğunu düşünmezler. Sosyalist feministler kadın ile erkek arasındaki mücadelenin üretim modelinin değişmesiyle birlikte değişeceğine inanırlar.
Gerda Lerner (1989) ise eşitsizliğe ve ataerkilliğe karşı kadınların mücadelesinde kadın tarihinin önemini vurgulayarak başlar. Ona göre, en doğrusu ataerkillik, sınıflı toplum ve özel mülkiyetin oluşumundan önce gelmektedir. Bir sosyalist feminist düşünce okulu, tarihi bir oluşum olmasını reddettikleri ataerkilliğin yerine kadının ikincilliği kavramını kullanmayı tercih eder. Onlara göre ataerkillik ne evrensel ne de tarihte kadın ve erkek arasında sürekli var olan ilişkilerin farklı çeşitleri olarak sahiplenilen şeylerdir. Onlara göre, bu cinsiyet değil ama önemli olan toplumsal cinsiyettir. 16. ve 17. yüzyıllarda Aristoteles’in kadınların toplumdaki yeri konusundaki görüşleri yeniden kabul görmeye başlasa da teorisyenler 17. yüzyılın sonlarına kadar ataerkil aile yapısının, siyaset alanına yansıtılması konusunda bir görüş bildirmemişlerdir. 1653 yılında İngiliz siyaset teorisyeni Robert Filmer, “Patriarcha” isimli eserini tamamlar ve erkek kralların yönetimlerinin, ilk insanın Hz. Adem olmasından dolayı ilahi açıdan meşru olduğunu ifade eder.
CİNSİYET ROLLERİNİ DÖNÜŞÜMÜ
19. yüzyılda birçok kadın, toplumda kabul gören ataerkil yapıyı sorgulamaya başlamıştır. Bunun olmasının en önemli nedeni İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi’nin kadını çalışma yaşamına katmasıdır. Bu nedenle Sanayi Devrimi, ilk kez ve bugünkü anlamı ile ücretli kadın iş gücü kavramının doğmasına yol açan en önemli tarihsel gelişme olarak değerlendirilmektedir. Bu dönemde önde gelen eleştirilerden biri önyargısız bir şekilde cinsiyet rollerinin erkekler tarafından dönüştürüldüğü konusunda şüphesi bir yaklaşımı olan Sarah Grimkeden gelmiştir.
Grimke, özellikle ataerkil uygulamaların temeli olarak gösterilen dini öğretilere alternatif yorumlar getirilmesini önermiş; bu öğretilerin kendi dönemleri içerisinde incelenmelerini ve evrensel emirler olarak algılanmamaları gerektiğini ifade etmiştir. Grimke’nin görüşleri, birçoklarına göre feminist düşüncenin temellerini oluşturmuştur. 20. yüzyılın ortalarına doğru kadınlar üzerindeki cinsel baskı konusunu, diğer hakları ile birlikte savunmak için mücadele verdikleri bir meseleye dönüşür. Kadınlar artık kendilerine uygulanan ayrımcılıktan, ikincil varlık olmaktan ve öteki olmaktan kurtulmak isterler. Bunun için toplumsal alanlarda mücadele etmeye başlarlar. Bu düşüncelere karşın ataerkil sistem, aile reisliğindeki baskının yerine erkeğin işgücü abartılmaya başlanmıştır. Geçimi sağlama rolünü üstlenen erkeğin; bu sorumluluğu kadınların başaramayacağını ifade etmesi cinsiyetçi iş bölümünü kuvvetlendirir. Kadın çalışıyor olsa bile sırtına ev işi yükleyerek boyunduruk altına alınmaya çalışılır.
Bu noktada karşımıza yeniden ataerkil sistem bağlamında meydana getirilen ailedeki iş bölümü çıkar:
“Kadınlar, ataerkil ağ içerisinde genelde belirli alanlar içerisinde tanımlanmıştır. Bu alanların en yaygın olanı ev içi alandır. Kadınların tanımlandığı roller de genelde bu ev içi yaşamın içerdiği rollerdir. Başlıcaları annelik ve eş olmaktır. Bu roller bir kadının neredeyse tüm yaşamı boyunca devam eder. Çalışan bir kadın bile; toplumda daha çok yaptığı işle değil, yukarıda sayılan rollere göre yer alır”.