Cannes 2025’in ardından
Film festivalleri artık yalnızca filmlerin gösterildiği, kırmızı halıda yürüyen oyuncuların ve yönetmenlerin yürüdüğü gösteriler değil. Çağın izlerini süren, sezgilerle hatırlayan birer kolektif bellek alanına dönüşüyor. Cannes gibi festivallerde, kırmızı halıdan çok karanlıkta başlayan sessizlik önemlidir. Çünkü bazı şeyler, ancak o karanlıkta görünür hâle gelir.
2025 Cannes Film Festivali de bu sessizliğin içinden konuştu. Her yıl olduğu gibi, bu yıl da yalnızca filmler değil, arka plandaki hikâyeler, coğrafyalar ve duygular salonlara doldu.
Festivalin bu yılki afişi, Claude Lelouch’un Bir Kadın, Bir Erkek filmine yapılan zarif bir göndermeydi. Görselin arkasında Fransız sanat yönetmeni Hartland Villa imzası vardı. Retro romantizmi çağıran bu afiş, ilk bakışta bir nostalji selamıydı; ama içerikte çok daha güncel ve çok katmanlı bir festival süreci yaşandı.
Festivalin açılışı Cannes sahilinde rüzgârsız bir akşamda, alışıldık görkemle başladı. Ancak perdeler açıldığında, o parlak yüzeyin altındaki başka hikâyeler kendini göstermeye başladı. Göç yollarındaki sessizlik, kalabalıklar içindeki yalnızlık, yitirilen hayatların ardından kalanlar… Cannes, bu yıl da dünyanın dört yanından gelen o çok kişisel ama bir o kadar evrensel seslere kulak verdi.
Robert De Niro’ya verilen Onur Altın Palmiye, bir kariyer selamıydı elbette ama aynı zamanda sinemaya duyulan bağlılığın da işaret fişeğiydi. Açılış konuşmasında söyledikleri, sinemanın hâlâ zamanın tanığı olduğunu hatırlattı. Alkışlar, biraz da bunu anladığını gösterenlere geldi.
Juliette Binoche’un jüri başkanlığı, festivalin sezgisel ve estetik derinliğini daha da güçlendirdi. Kadın yönetmenlerin bu yılki varlığı da dikkat çekiciydi. Scarlett Johansson’un yönettiği Eleanor the Great, yaşlanmakla barışmak değil; onu dönüştürmek üzerine bir hikâyeydi. Kristen Stewart’ın The Chronology of Water’ı ise, sınırları zorlayan, görsel şiirle anlatılan bir iç hesaplaşmaydı.
Altın Palmiye bu yıl Jafar Panahi’nin It Was Just an Accident filmine gitti. Film, bir kazayla başlayan basit bir hikâyeyi, katman katman açarak kişisel ile kamusal arasındaki geçişleri anlattı. Panahi hâlâ ülkesinden çıkamıyor, ama Cannes’a ulaşan sesi, sinemanın sınır tanımaz gücünü bir kez daha hatırlattı.
Filistinli Nasser kardeşlerin Once Upon a Time in Gaza filmi, kara mizahla sert gerçeğin ince ince örüldüğü bir anlatıydı. Filmin finalinde, çatısı olmayan bir evde hâlâ melodisini çalan bir cep telefonu vardı. O an, birçok izleyici için filmin tamamı kadar sarsıcıydı.
Hollywood’dan da güçlü katılım vardı bu yıl. Wes Anderson, The Phoenician Scheme ile estetikle siyasi hicvi aynı çerçevede buluşturdu. Ari Aster’ın Eddington filmi, pandeminin bireyde açtığı boşlukları anlatırken; Richard Linklater, Nouvelle Vague ile sinemanın kökenine duyulan bir aşkı yeniden tarif etti. Hemen her filmde, karakterler kadar mekânların ve sessizliklerin de birer anlatıcı olduğunu gördük.
Türkiye adına ise bu yıl ana yarışmada bir film yoktu, ancak kısa film kategorisinde dikkat çekici bir temsil vardı. Cem Demirer’in yönettiği Noksan, Critics’ Week bölümüne seçilerek Cannes’da dünya prömiyerini yaptı. Film, bir genç adamın içsel eksiklik duygusunu sade ama etkileyici bir anlatımla ele alıyordu. Görsel diliyle dikkat çeken yapım, aynı zamanda yeni bir sinema kuşağının gelişini haber verir gibiydi.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, Birol Güven’in öncülüğünde bu yıl da Cannes Film Market’te Turkish Cinema standıyla yer aldı. Stand, yalnızca bir tanıtım alanı değil; yapımcılar, yönetmenler ve uluslararası ortaklarla kurulan ilişkiler açısından da önemli bir buluşma noktasıydı. Ayrıca “Turkish Films at Cannes” başlıklı katalogla Türk sinemasının geçmiş ve bugünü festival profesyonellerine aktarıldı. Salonlarda dönen tanıtım videoları, sessizce ama kalıcı izler bıraktı.
Cannes 2025, bu yıl da yalnızca bir festival olmadı. Farklı dillerde çekilmiş filmler, farklı acılardan beslenen karakterler ve farklı coğrafyalarda yankılanan benzer duygular salonlarda buluştu. Işıklar söndüğünde ise geriye kalan tek şey, o anın içimizde bıraktığı yankıydı.
Çünkü sinema bazen sadece izlenmez. Hissedilir. Hatırlanır. Ve belki de tam bu yüzden, sessizce dünyayı değiştirir. İyi Seyirler.