Kanun hükmünde vicdansızlık!
İktidarın mekânıyla halkın gerçeği arasındaki mesafe açıldıkça, vicdanın sesi de o boşlukta kayboluyor. Bugün yaşadığımız şey tam olarak bu: yalıtılmışlık. Muktedirler, inşa ettikleri o kalın duvarların ardındaki steril sessizliği “toplumsal huzur”, duvarın ötesindeki o can pazarını ise “mukadderat”, “kader” veya “fıtrat” olarak kodluyor.
Oysa içerideki sessizlik huzur değil; hakikatten kopuşun yarattığı sağır edici bir konfor. Ve eninde sonunda onlara yapışacak olan bir ah eli. Dışarıdaki acı ise kader değil; ihmalin, denetimsizliğin ve kâr hırsının örgütlediği bir cinayet mahallidir. Bu bir sosyolojik körlük değil; bilinci seçilmiş bir sağırlıktır artık.
Bugün tam da bu bilinci seçilmiş sağırlığın gölgesinde yaşıyoruz. Kokuşmuşluk, ahlaksızlık ve hukuksuzluk o kadar görünür ki, insan olup biteni izlemeye bile tahammül edemiyor. Sayısız ve kalıcı acı yaşanırken birilerinin bitmeyen şovlarını görmek, bu ülkenin artık en tanıdık yarası.
Dinler arası diyalog karşıtlığıyla yıllarca slogan atanların bugün Papa’yla aşk yaşıyormuş gibi sahne alması; papa kıyafetlerine bürünmüş solistler ve enstrüman çalanların yüzündeki “biz burada ne yaşıyoruz” ifadesi… Bütün bu trajikomik görüntüler sadece bir gösteri değil; görünmeyen ve çok daha kirli hesapların vitrinidir elbette. Ama halkın gerçekten bu hesabı düşünecek hâli yok.
Ekonomi çökmüşken açıklanan %0.87 enflasyon masalı, gerçeklikle alay eden bir kara mizah örneği. Asgari ücret üç kuruşa sıkışmışken, en temel ihtiyaç olan barınmanın 40 binden başladığı bir ülkede seyyanen zam alacak olan tek kesimin koltuk sahipleri olması… Üstelik kurumsalda bile işçilerin önemli bir kısmı daha geçen yıl altı ayda bir yapılan zamları bile alamadı; ağzını açanı mimliyorlar. İki zam borçlu belediyeler var işçisine; gasp edilen ek mesailer, çökülen haklar, ezilen emekçilere hiç girmeyeceğim şimdi. (Aslında vasıfsız, eğitimsiz, ahlaksız yöneticilere; herkesin bilip ağzını açmadığı rezil ilişkilerine başka bir hafta geleceğiz.)
Artık Türk halkı yorgun, kırgın ve inancını hem temel ihtiyaçlara hem yönetenlere hem de geleceğe yitirmiş halde.
Ve tüm bunların içinde ülkenin en büyük acılarından biri olan ihmal zinciri durmaksızın devam ediyor.
İlk halka: Hatay Depremi.
Sorumluluğu sabit olan, çürük binaları ruhsatlandıranlar; “imza yetkisi” denilen o öldürücü gücü kullananlar, mahkeme kapılarından ellerini kollarını sallayarak çıkıyor. Yıkılan binaların altında bu toplumun adalet denen kavrama dair son inanç kırıntıları kaldı.
İkinci halka: MESEM trajedileri.
Stajyer adı altında ucuz ve güvencesiz iş gücüne dönüştürülen çocuklar… Burada temel gerçek nettir: Akademik derslere ilgisi olmayan öğrencilerin mesleki okullara yönlendirilmesi elbette gereklidir. Ama bunun ancak tam denetim, güvenli çalışma koşulları ve öğrenciyi bir maliyet kalemi değil, insan olarak gören bir sistemle mümkün olduğu açıktır. Bugün yaşananlar ise okul ile fabrika arasındaki gri koridorda yitirilen canlarla, eğitimin ve emeğin sömürülerek çocuğu maliyet gören sistemin iflasını ortaya koyuyor.
Üçüncü halka: Dilovası Parfüm Fabrikası patlaması.
Ruhsatsız, denetimsiz, göz göre göre gelen felaket… Altı can gitti. Altı canın sönüşü, Hatay’ın denetimsizlik mirasını ve MESEM’in güvencesizlik kapanını tek bir çığlığa dönüştürdü.
Tüm bu acıların birikimi dün gece Kocaeli Büyükşehir Belediye Meclisi kapısında yankılandı. Patlamada hayatını kaybeden işçilerden birinin yakını olan Engin Aras… Yüreği yanık, omuzları çökmüş ama sesi hâlâ insan kalmanın son direnişini taşıyordu.
Meclisler… Ne içindir bu meclisler? Gördüğüm ve bildiğim odur ki: Bu salonlar, halkın acılarını duyurabildiği, halkın ihtiyaçlarına dair gerekli kararların alındığı, vicdanın sesine kulak verildiği yerler olmaktan çoktan çıkmış; muktedirlerin ritüel, kural ve gösteri için toplandıkları birer boş sahneye dönüşmüş durumda.
Ve o sahnede acıya yer yoktu.
Adam, insan olmaktan gelen en doğal hakkını kullanmak istedi: Hesap sormak. Karşısında soğuk, bürokratik bir duvar buldu. Kürsüden şu tahakküm cümlesi çarptı yüzüne:
“Siz konuşamazsınız, konuşma hakkınız yok… Kusura bakma.”
Haber izlerken fanatik bir futbolsever gibi bir oturup bir kalktım; tahammül etmek gerçekten çok zor.
Çünkü acı prosedürlere sığmadı. Sığdırmadılar. Amca direnince baştan savar bir tavırla şu lütuf sunuldu:
“Meclisten sonra bana uğra, konuşuruz olur mu?”
Sanki altı insan yanarak ölmemiş, sadece bir dosya eksik imzalanmış gibi… Ya da bir imar planı tadilatı konuşulacakmış gibi bir kayıtsızlık. Gerçek acı mermer koridorlara çarpıp susturuldu.
Dün o salonda, iktidarından muhalefetine, tüm partilerden meclis üyeleri vardı. Fakat en iğreti edici taraf şuydu:
Hiçbirinin sesi çıkmadı.
Hiçbiri müdahale etmedi.
Hiçbiri “bu insanın acısı bizim önceliğimizdir” diyemedi.
Oysa aynı insanlar, aylık toplantılarda bazen aşırı samimiyet gösterir; bazen halkı birbirine düşürmek, prim kasmak veya şov yapmak için birbirlerine rest çekerler. İhl zamanları bazen dost, bazen düşmandırlar. Yedikleri içtikleri eksik olmaz. Kimsenin bilmediği; ceplerinden ödemedikleri, ailelerini bile dahil ettikleri yurt dışı seyahatleri vardır mesela. Ama gerçek acı kapıyı çaldığında birden hepsi sağırlaştı, hepsi dilsizleşti, hepsi görünmez oldu. Asıl utanç buydu.
Meclis salonunda gündem dışı sayılan o çığlık, dışarıdaki koridorlarda bir volkan gibi patladı. O amcanın titreyen sesi, bir ülkenin siyasi ahlakının çöküşünü haykırdı:
“Kollarım kırılsın ben bunlara oy verdim ya!”
Ve o acı gerçeği, hiçbir akademik makalenin anlatamayacağı kadar net bir öfkeyle yüzlerine vurdu:
“Bu insanları orada cayır cayır yaktınız, getirmişsiniz ben daha koltuğunuza yapışmışsınız.”
İsteği intikam değildi; sadece onurlu bir duruştu:
“Yahu şu koltuklarınızı bir bırakın, istifa edin de biz de ‘tamam’ diyelim, biz de bir rahatlayalım yahu.”
Bugün mağduriyetin itibarı yerlerde sürünüyor. Gerçek acı sessizliğe gömülürken sahte mağduriyetler megafonlarla duyuruluyor. Sistem sahte mağduriyetten iktidar devşirirken, gerçek mağduriyetten itaat bekliyor. Ve her şeye kader deniyor.
O meclis sahnesi sadece bir haber bülteni detayı değildi; hakikatle yüzleşme cesaretini yitirmiş, kendi halkının gözyaşından korkan bir iktidar pratiğinin aynasıydı.
Bu yüzden bugün tarihe tek bir not düşüyorum:
Bir ülkede acının konuşma hakkı yoksa, orada hiçbir hak yoktur.
Orada sadece kanun hükmünde vicdansızlık vardır.
