Perşembe arafı: Maskelerin altındaki uzaklık

18 Aralık 2025 10:27
A+
A-

Yaşamın içinde ne kadar dışarıda kalınabilir?
İnsan, yaşamın tam ortasında durup ondan ne kadar uzak kalabilir?
Bir insan, hayatın içindeyken ona hiç temas etmeden ne kadar yaşayabilir?
Yaşamın içinde olup da hayata dahil olmamak mümkün mü?
Ya da uyandığında aslında uykuya dalıyor; rüya rüya içinde uyanık uykular görüyor olabilir misin?

Bu sorular bir cevap aramaz; bir hâli ifşa eder. Çünkü bazen insanın yaşadığı şey, bir hayat değil, uzun süreli bir ertelemedir. Uyanıklıkla uyku arasındaki o belirsiz çizgide geçen zaman, insanı hayattan koparmaz; onu hayata benzer bir akışın içine hapseder. Ve bu hâl fark edilmediği sürece, uykunun adı “normal” olur.

Yaşamın içinde ne kadar dışarıda kalınabileceği, insanın kendi hayatına ne kadar yabancılaşabileceğiyle ilgili o sarsıcı soru, aslında bir ömür boyu sürebilecek bir uykunun kapısını aralıyor. Bir güne uyanmak, sadece biyolojik bir saatin tıkırtısından ibaret kaldığında; giyinmek, yürümek ve tanıdık rutinlerin içine yerleşmek bir uyanış değil; yalnızca işleyen bir makinenin dişlisi olmak, otomatik bir akışa kapılmaktır.

Burada söz konusu olan yalnızca bireysel bir yorgunluk değildir. Bu, sistematik bir uyum hâlidir. İnsan, zamanla kendi varlığını korumak için hissetmemeyi öğrenir. Denge sağlanır; ama bu denge, hareketi değil, donmayı üretir.

Bilimin “homeostazi” dediği o denge hâli, ruhun durağanlığında bir hapishaneye dönüşür; organizma sadece hayatta kalmaya programlanmışken, varoluşun o kaotik ve yaratıcı tınısı sessizliğe gömülür. İnsan, hayatın tam ortasında durup ona hiç temas etmeden, sadece uyum sağlayarak yıllarını tüketebilir. Bu durum bir tercihten ziyade, çoğu zaman fark edilmeyen bir tükeniştir. Karanlığın halı altına süpürüldüğü o steril ışıkta, herkesin gülümsediği ama kimsenin gerçekten nefes almadığı bir düzenin içinde sessizce çöküyoruz. Cioran’ın dediği gibi, “Her gün bir yıkım provasıdır” aslında; ama biz bu yıkımı kibar bir törenle gizleriz.

İşte tam bu noktada zaman, günlere bölünmüş olmaktan çıkar. Günler artık yaşanmaz; katlanılır, hesaplanır, atlatılır. Takvim, deneyimin değil, tahammülün aracına dönüşür. Ve bazı günler, diğerlerinden daha anlamlı değil; sadece daha az acı verici görünür.

Ve bugün perşembe. Takvimin herhangi bir yaprağı değil, bir bekleyişin eşiği. Cumanın hemen öncesi. Bugün, pek çok insan için günün kendisi çoktan silinmiş durumda; sadece yarının gölgesine sığınılıyor. Perşembenin o kendine has, uyuşturucu hafifliği her yanı sarmış; çünkü artık mesele yaşamak değil, bitişe olan mesafenin kısalmasıdır.

Bu hafiflik bir rahatlama değildir; bir uyuşmadır. İnsan, geleceğe sığınarak bugünden vazgeçer. Böylece perşembe, yaşanan bir gün olmaktan çıkar; cuma beklentisinin gölgesinde silikleşen bir ara durağa dönüşür.

Maskeler bugün biraz daha gevşek, makyajlar biraz daha özensiz; çünkü dayanılan şey artık işin kendisi değil, kurtuluş sanılan o kısa aralığın ihtimalidir. Perşembe, insanın kendine en çok yalan söylediği gündür: “Biraz daha sabret, az kaldı.” Oysa az kalan şey sadece haftanın sonu değil, insanın kendisinden bir parça daha eksilmesidir. Spiritüel bir bakışla, “shakti”nin veya yaşam enerjisinin o an dondurulmasıdır; ruh bedenden ayrılıp hayali bir gelecekte yaşamaya başlar; oysa hayat sadece “şu an”ın içindeki o dar ve keskin kapıdan akmaktadır. Haftanın günleri bedende birer ağırlık gibi birikirken, perşembe o ağırlığın içinde hissedilen geçici bir uyuşma anıdır. Sen günlere değil de günler sana uyanıyor, sen günlerin değil günler senin üstünden akıyor gibi…

Ve bu uyuşma, sadece haftanın günleriyle de sınırlı değildir; ilişkilerin, olduklarıyla “olması gereken” kişilerin, bitmek bilmeyen sorumlulukların ve zorunlulukların arasına sıkışıp kalmanın o devasa yorgunluğu ruhu daha derinden budar. Kapitalist sistemin ve küresel düzenin bizden talep ettiği o “ideal vatandaş/çalışan/eş” rolleri, insanın kendi gerçekliğine giden yolun üzerine devasa barikatlar kurar.

Bu roller, yalnızca davranışları değil, algıyı da biçimlendirir. İnsan neyi istediğini değil, neye uyum sağlaması gerektiğini düşünmeye başlar. Zamanla kendi sesiyle sistemin sesi ayırt edilemez hâle gelir.

Buraya gelme amacımız olan o özgün “kendilik yolculuğu” ile gittiğimiz güzergâh arasındaki makas her geçen gün biraz daha açılır ve tam tersi bir istikamette yıllar aksa da, yaşlar alsak da, yaşlansak da asla yol alamayız!

Sistem bizden verimlilik beklerken, ruhumuz sadece var olmayı arzular. Sorumlulukların altında ezilen her saniye, insanın kendi özüne olan mesafesini biraz daha uzatır; öyle ki, günün sonunda aynaya baktığımızda gördüğümüz şey, kendi yüzümüzden çok, sistemin bizden talep ettiği o kusursuz montajdır. Ama kendini arayan ruh bulmaya uzaklaştıkça yorulur, yılar; bahşedilmiş, lütfedilmiş ömür “-mış gibi” tükendiğiyle kalır…

Burada mesele büyük bir dönüşüm değil; yön değiştirmedir. Aynı yerde durup başka bir yerden bakabilme cesaretidir. Çünkü bazen hayat, değişmediği hâlde anlamını tamamen kaybeder.

Bu mekanik akışı bozmak, o parçalanmışlığı tek bir bedende toplamak tam da bugünün perşembe oluşunda gizlidir. Sistemin sana sunduğu o “bitiş beklentisini” reddedip, perşembeyi yarının kölesi olmaktan kurtarman gerekir. Kuantum fiziğinde gözlemcinin deneyi değiştirmesi gibi, sen de hayatına bakışını değiştirdiğinde, o donuk perşembe birden olasılıklarla dolu bir boşluğa dönüşür. Gözlemci olmak, dışarıdan bir bakışla bakmak, rutini bilinçli olarak sakatlamak, zihnin otomatiğe bağladığı o güvenli yollardan sapmak, “hayır” diyerek o sahte uyumu bozmak ilk adımdır.

Yarın cuma olduğu için değil, şu an perşembenin tam ortasında olduğun için nefes aldığını fark etmelisin. Bir sonraki anın bitişine duyulan o hastalıklı arzuyu öldürüp, şimdinin ağır ama gerçek tadına bakmak gerekir. Bedene dönmek, duyulara çapalar atmak, hiçbir işe yaramayan anların içinde sadece durmak, ruhun o steril ışıkta nefes almasını sağlar.

Zihninde canlandır: Devasa, metalik, küresel bir çarkın (sistem) dişlileri arasında yürümeye çalışan bir insan. Üzerinde kusursuz bir takım elbise ve porselen bir maske var. Ancak bu figürün ayakları çıplak ve bastığı her dişli soğuk, sert bir gerçeklik sunuyor. Ayaklarından sızan bir damla kan, o devasa metalik düzenin içinde tek “canlı” ve “gerçek” şey. Perşembe ise o çarkın bir saniyeliğine teklediği, insanın maskesini hafifçe aralayıp dışarıdaki gökyüzüne değil, kendi yaralı ayağına baktığı o andır.

Bu temas, dramatik olmak zorunda değildir. Sessizdir. Küçüktür. Ama gerçektir. Ve insanın kendine temas ettiği o an, sistemin en sevmediği andır.

Maskeyi tamamen yakmak bazen mümkün olmasa da, o maskenin altında bir yüzün hâlâ var olduğunu ve bugün, tam da bu perşembe saatinde orada durduğunu kendine kanıtlamak, yaşamla kurulan ilk gerçek temastır. Çünkü hakikat, gidilecek bir yer değil; yoldaki o tozlu ayakkabıların içindeki sızıdır. İnsan ancak beklemeyi bıraktığında ve o anın çıplaklığıyla yüzleştiğinde gerçekten hayata dahil olur.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.